Ata 3 gün sonra 20 aylık olacak.
Dün sabah beni "
anneeeeeeeeee" diye uyandırınca, birden bütün gece uyanmadığını ve hepimizin deliksiz uyuduğunu farkettim.
Aman allahım ben 20 ay sonra geceden sabaha kadar deliksiz uyudum. Olamaz, olamaz. Aman allahım, diyerek kalktım yataktan. Ata' yı kucakladım, yanıma aldım. Sonra sabah kıkırdaşmalarımızı yaptık vesaire.
Mutfağa geçip omletini hazırlamaya başladığımda kafamda yine aynı şey vardı;
vay be, bütün gece uyudu,uyudum, uyuduk. Ata oyuncaklarını salona taşıyıp evi dağıtma mesaisine başlarken ben de meyve suyunu ve omletini hazırladım bir yandan.
Geçen sene öyle miydi ya?
Mutfakta 2 dakikada yemek hazırlama becerisi geliştirmeye çalıştım ilk aylar.
Ağladı mı? Döndü mü? Ağzına bir şey mi attı? Nerede? Sesi çıkmıyor, dur bir bakayım... Ne yemek yaptığımı anlardım ne de Ata yalnız kaldığını anlardı. Zaten % 90 slingle üzerime bağlayıp öyle karıştırdım çorbaları... Küçük yamak adını takmıştım kendisine. Şimdilerde çok güzel çorba karıştırıyor mesela. Ata' ya beceri edindirdik "yokluk" sayesinde :)))
Bundan bir kaç ay öncesine kadar çekilen fotoğrafların yaklaşık tamamında taş devri mağara kadınları gibiyim. Taran(a)mamış yada kötü bir şekilde toplanmış saçlar, belirgin göz altı torbaları, solgun bir yüz, tenime neredeyse yapışmak üzere olan pijamalarım, berbat renk uyumu ve yorgun, gülümsemeye mecali kalmamış bir yüz ifadesi.
Baktıkça ağlamak geliyor içimden.
Ailem İzmir'de yaşıyor, ben ise İstanbul'dayım. Ata' yı doğururken kimseye "
bakar mısın" demedim. Anneme bile... Biliyordum çok zor olacağını, yalnız kalacağımı, destek ekibin olmayacağını... biliyordum. Güya hazırlıklıydım ama kazın ayağı öyle değilmiş. Lohusalık diye bir şey varmış ve o lohusalık kalabalıkla hafiflermiş. Bunu çok net tecrübe ettim.
Kolik bir bebekle sabahtan akşama kadar oda oda dolaşıp, sakinleştiremediğim için salya sümük pencere önlerinde ağladığımı bilirim. Karşı apartmana bakıp bakıp,
"keşke şurada tanıdık biri otursaydı" diye iç geçirdiğimi de... Hani oğlumu alıp gitsem 2 dakika dünyam değişecek ama yok.
Kimse yoktu etrafımda. Kimse..! Ve çok zordu.
Oğlum 9 aylık olana kadar neredeyse bu böyle sürdü. Sonunda
"yaz geldi, ben var İzmir'e gitmek kocacım" deyip memleketime gittim. Oradaki onlarca akrabamın Ata' yı gezdirmek, onunla oynamak, sevmek ve zaman geçirmek için deli olduğunu biliyordum. Kendimi de düşündüm. Dedesi, annannesi onunla oynarken ben de 1 saat kestirebilecek, adam gibi kahvaltı yapabilecek, biraz nefes alabilecektim.
Öyle de oldu.
Kahvaltıdan üzerine şekerleme yapmanın keyfini asla unutmayacağım.
Ayrıca ev temizliği, ütü, yemek gibi dertlerin hepsini rafa kaldırınca ayağımı uzatıp dergi okumanın, kahve içip laflamanın tadını yeniden hatırladım. Ağlayınca, sıkılınca, oyun isteyince, acıkınca, yıkamak gerektiğinde tek başıma değildim. Annanne, dede, dayı, yenge, kuzenler, büyük halalar, enişteler, büyük büyük annelerden oluşan bir kalabalık destekçim vardı.
Anneliğimin 1. yılının son aylarını bu şekilde geçirince sıyırmaya ramak kala toparlamaya başladım.
İstanbul' a döndüğümde artık yavaş yavaş yürüyen, derdini anlatmaya çalışan, daha çok oyun oynayan bir çocuk vardı yanımda.
Yakın dostum Ayşegül' ün oğlu Ata' dan 6 ay büyük. Bana 6 yıl büyükmüş gibi geliyor aslında. Ata doğduğunda o oturuyordu. Ata diş çıkardığında o konuşuyordu. Ata yürüdüğünde o koşuyordu. Bu farkı gördükçe Ata yı öyle hayal edemiyordum. Bundan bir kaç ay önce şöyle demişti bana:
"1.5 yaş güzelim, işte beklemen gereken zaman bu. 18 aylık olduktan sonra kendi kendine oynayan, bir şekilde ne istediğni ifade edebilen, daha olgun bir bebek olacak karşında, sık dişini."Hakikaten öyleymiş.
Gece uyuyan, kendini yarım yamalak da olsa ifade etmeye çalışan, yemeğini tek başına yemek isteyen, annesinin mutfağını darmadağın eden, evde ne kadar ayakkabı varsa hepsini salonun ortasında giymeyi seven , arabalarıyla uzuuuun uzun oynayan, çoğu zaman kendine yetmeye çalışan bir çocuk var karşımda.
Tabi 3.5 dakikada bir "
annneeeeeeeeee" diyerek koşarak bacağıma sarılamalarını, beni tuvalette dahi yalnız bırakmak istememesini, iş yaparken kucak istemesini, elimden tutup var gücüyle çekerek "yego"larının başına oturtmasını saymazsak :)
Çalışmaya başlayınca ev, yemek, Ata, ütü, ... dertlerinden epey sıyrıldım. Para kazanmaya başlayınca vitrinleri daha iyi inceler oldum. İş öncesi yada okul çıkışı föne, maniküre daha sık zaman ayırır oldum. Projelerimi yazıp uygulamaya vakit buldukça, biraz rimel hafif allık sürünce, Ata'yı salona bırakıp mutfakta daralmadan, bayılmadan birşeyler pişirdikçe, akşam olduğunda moda dergilerini karıştırdıkça yeniden canlandığımı hissediyorum. Saçımla başımla, dolabımla, çorabımla, rujumla ilgilenebildikçe gevşediğimi hissediyorum.
Belime kadar olan saçlarımı omuzlarımda kestirdim, pişman değilim, bilakis :)))Zor bir dönem geride kaldı.
Acaba ben bu rahata çok fazla alışmasam mı? Ne yapsam?
Bunu da düşünmeden edemiyorum, iyi mi?